Yaşamaya Değer Mi?
- Miray Gülsoy
- 2 Ara 2023
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 1 Oca 2024
Yaşam tek başına yaşamaya değer ya da değmez bir yer olmayabilir. Bu sorunun yanıtı ancak bizim yaşamımız ve yaşamdan beklediklerimiz doğrultusunda şekillenebilir. Böylelikle yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar da yanıt vardır.

“Bu yaşam yaşamaya değer mi?” sorusu belki de insanların sorduğu - kelimenin tam anlamıyla - en hayati sorulardan biridir. Öyle ki Albert Camus, “intihar” meselesini ele aldığı Sisifos Söyleni’nde şu sözleri söyler: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Çünkü bu soruya verilecek yanıta göre yaşamımız ya devam edecek ya da bitecektir. Veya ikisinin tam ortasında, arafta, nefe
s alan bir ölü gibi sürüp gidecektir. Dolayısıyla keskin bir yanıt bulmak uğruna olmasa da bu soru üzerine düşünmek, yaşayış biçimimizi şekillendirmemize dolayısıyla da yaşama eylemini kolaylaştırmamıza yardımcı olabilir. Yaşam olduğu hali ile oldukça karmaşık bir yerdir. Kendinizi biraz olsun; kendiniz, diğerleri ve dünyadan daha uzak bir yere konumlandırarak baktığınızda; yaşamın kaotik doğası kolaylıkla görülebilir. Savaşlar barışlar, ölümler doğumlar, gözyaşları ve kahkahalar, güneş ve ay dünya üzerindeki varlıklarını eş zamanlı olarak sürdürür. Her şeyin aynı anda olduğu, baktıça insanı ürküten ve büyüleyen, neyi takip etmemiz gerektiğini kestiremediğimiz bir geçit töreni, sirk gösterisi ya da festival gibidir yaşam. Yalnızca bunların çok daha büyüğü ve çok daha gerçeğidir. Elbet yaşayan her insanın yaşamın mevcut haline ve olması gereken haline yönelik fikirleri vardır. Kimine göre yaşam oldukça ciddi bir iştir. Buradaki vakti iyi değerlendirmek, iyi işler yapmak, kendimizi güvenceye almak gerekir. Kendimiz ve seçimlerimizde hataya yer yoktur. Kimi yaşadığı için yaşamaya da devam eder. Doğmuştur, büyümüştür, bir işi olması gerekmiştir, çalışmaya başlamıştır, kirasını ödemelidir ve emekli ikramiyesini beklemelidir. Kimi yaşamını yaratmak hevesiyle yaşar. Öyle ki onun için yaşamı kendi nesnesi, işi, ürünüdür. Kimi yaşamak istemez ama yaşamak zorunda hisseder. Belki yaşamındaki diğer insanlar için belki kendini hayal kırıklığına uğratmamak belki de henüz umudunu yitirmediği için. Kimi kendini bulmak için yaşar, kimi de yaşaya yaşaya kendinden kaçar. Kiminin amacı yaşamı anlamak, kiminin amacı da yaşamı yaratmaktır. Bu dünyada yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan ne kadar insan varsa o kadar da yaşam biçimi olduğunu söylemek mümkün olabilir. Çünkü yaşam böylesine fazla ihtimali içinde barındırır. Kiminin cehennemi olan dünya, kiminin cennetidir. Aynı zamanda cehennem ve cennet arasında kalan sonsuz ihtimaldir. Avusturyalı varoluşçu psikiyatr Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı kitabında yaşamın biricikliğini şöyle açıklar: “Yaşamın anlamına ilişkin sorular, genel ifadelerle yanıtlanamaz. (...) Bunlar, her bireyde farklı ve eşsiz olan kaderi oluşturur. Hiçbir insan ve hiçbir kader, bir başka insanla ya da kaderle kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrarlamaz ve her bir durum farklı bir tepki gerektirir.” Dolayısıyla her birimizin baktığında gördüğü ve üzerinde yürüdüğü dünya birbirinden oldukça farklıdır; yaşam içinde yaşamı barındırır. Böylelikle “Yaşamaya değer mi?” sorusunu herkes adına sormak yersiz yurtsuz kalır. Hangi yaşam yaşamaya değer mi? Benim yaşamım mı? Senin yaşamın mı? Bu ancak yanıtı bizde olan bir sorudur. Kendi dışımızda kalan insanların bu soruya vereceği yanıt, bizim yaşamımızı içermeyebilir. Dünyada türlü felaketleri yaşamış birine “Yaşam her şeye rağmen yaşamaya değer!” demek ya da gözleri dünyanın olağan güzelliklerini görmeye alışmış birine “Yaşam iğrenç bir yer, biraz gerçekçi ol!” demek yalnızca hadsizlik olur. Fakat buraya kadar sunulan bakış açısının amacı bu soruyu yanıtsız ve çaresiz bırakmak değildir. Aksine, bu sorunun keskin bir yanıtı olmayışının özgürlüğünü vurgulamaktır. Olan yaşamın bize hiçbir borcu yoktur, yaşam olduğu gibidir. Fakat bizim bu yaşamı yaşama biçimimiz her daim yeniden ve yeniden şekillenebilir. Yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar da yaşama biçimi vardır. Bu da yaşamı belirli bir kalıba sokmak yerine onu özgürce keşfetmemizi ve onunla oynamamızı sağlayabilir. Yaşamın belirsizliklerini görür ve onlarla dans etmeyi öğrenebilir isek belki bugün yaşamaya hiç değer bulmadığımız bu yaşam oldukça değerlenebilir. Frankl’ı tutsak olduğu toplama kamplarında hayatta tutmayı başarmış ve logoterapinin doğmasını sağlamış yegane beceri de, böylesine bir bakış açısıdır. İnsanın Anlam Arayışı kitabında sıklıkla, toplama kamplarındaki tutsakların intihar etmeyi düşündüğünü fakat çok büyük çoğunluğunun buna yeltenmediğini vurgular. Frankl’a göre bunun sebebi hem insanın zorlu ve farklı koşullara adapte olabilme becerisi hem de zorlu kamp koşullarını reddetmek yerine kabullenerek ayak uydurmaktır. Nietzsche’den Camus’a yaşamaya değip değmediği üzerine kafa yormuş birçok düşünürün ortak kanısı, benzer biçimde, insanın ancak yaşamın getirdiklerini kabullendiği, benimsediği ölçüde yaşam içerisinde hareket edebileceği yönünde olmuştur. Belki de yaşamı yaşanabilir, başka bir deyişle, yaşamaya değer kılan içerisinde barındırdığı iyi ve kötü sonsuz ihtimalleri özgürce keşfetmektir. Yaşam, her şeye rağmen ve her şey ile birlikte, bir gün elbet öleceğini bilen insanın elindedir. Bugün hala yaşıyorken bunun hakkını vermek; üzgünsek üzülmek, mutluysak sevinmek, yaşayan bir ağacı görmek, ölen bir kediyi gömmek, imkansız bir hayalin peşine düşmek, bir insanı sevmek yaşamın yegane değeri olabilir.
Bu yazı 09.03.2022 tarihinde Bobo Scope'da yayınlanmıştır.