top of page

Yaşam Bize Ne Borçlu?

Kendi yaşamının anlamını sorgulamak insan olmanın çok temelinde yatar. Bildiğimiz kadarıyla yalnızca insan; yaşadığı gibi yaşamak üzerine de kafa yorar. Kimi kafa yorma bazı cevapları beraberinde getirebilir. “Bu yaşamın anlamı ne?” gibi bir soru sorduğumuzda alacağımız veya vereceğimiz yanıtlar tıpkı yaşamın kendi gibi besleyicidir, sürekli yaşamaya iter. Öte yandan “Neden bunları bir ben yaşıyorum?” diye sorduğumuzda amacımız bir yanıt bulmak değildir. Çünkü böylesine bir soru cevap almak üzere sorulmamıştır. Hatta bir soru değil, isyandır. Umduklarını bulamayan birinin oldukça haklı isyanı. Böylesine bir isyan yaşatmadığı gibi yaşamı da durdurur. İlk soru birçok ihtimali içinde barındırırken, ikincisi geriye kalan tüm ihtimalleri yok eder. İlk soru yaşamdan bir şey beklemez, yaşamın ne olduğunun keşfi peşindedir. Dolayısıyla yaşam her şey olabilir. İkincisinde ise, yaşama dair bir ön kabul vardır. Böylesine isyan eden biri, yaşamdan bir şey bekler ve beklediği şeyi alamaz. Böylelikle yaşamın alacaklısı haline gelir. Bu alacaklının isyanı umduklarını bulamamaktan kaynaklanmaz. İsyanın sebebi, medeti yanlış yerden ummaktır.




georges-antoine-rochegrosse
Georges Antoine Rochegrosse

İnsan, tarihi boyunca hiçbir zaman “ideal” bir yaşam yaşamamıştır. İdeal bir yaşam tasarlayabilir, hayal edebilir, bunu yaratmak üzere çalışabilir fakat buna hiç bir zaman sahip olamaz. Çünkü yaşamın kendi, insanın idealize ettiği gibi bir ütopya vaadinde bulunmaz. Yaşam, olduğu gibidir. Bir yaprağın yeşermesi için bir yaprağın ölmesi gerekir. Bu döngüsel bir süreçtir. Doğmak yaşamın başlangıcı, ölmek de yaşamın sonu değildir. Doğum ve ölüm iç içe geçmiş bir bütünün parçalarıdır.


Yaşamla birlikte; insanın kendi ve yarattığı yaşam da içinde karmaşayı barındırır. İnsan kendi doğası gibi bir yaşam yaratmıştır. Öngörülemez, yer yer vahşi ve yer yer şefkatli. Birileri bir yerleri yakmak için çabalar, kimileri de yeşertmek. Birileri yağmalayarak yaşar, kimileri de besleyerek. Geriye kalanlar ise bu iki keskin uç arasında dağılmıştır. Böylesine birbirinden farklı insanın olduğu bir yerde yaşamdan tek bir şey beklemek oldukça güçtür. Her an her ihtimali içinde barındırır insan da yaşam da. Dünyayı yok edebileceği gibi yeni bir dünya da yaratabilir. 


Böylesine bilinmezlikle dolu bir yerden tek bir şey beklemek hem insanın hem de yaşamın doğasına aykırıdır. İnsan yalnız mutlu olamaz yalnız mutsuz da olamayacağı gibi. Mutluluk da mutsuzluk da denktir. İkisi de eşit miktarda insana aittir. Benzer biçimde yaşam da yalnız huzurlu olamaz yalnız huzursuz da olamayacağı gibi. Huzur da huzursuzluk da eşit miktarda bir parçasıdır yaşamın. Dolayısıyla yalnızca mutlu olmayı yada yalnızca huzurla yaşamayı beklemek hiç absürt olmamakla birlikte naif bir hayalden ötesi de değildir. Benzer biçimde yalnızca mutsuzluğu yada huzursuzluğu beklemek de acımasızlıktır. İnsan her şeyi yaşayabilir, yaşam ise her şeyi verebilir.


Yaşamdan beklediklerimize erişmeye yaklaşmanın ilk adımı yaşama dair tüm umutlarımızı yıkmak ve onu olduğu haliyle kabullenmektir. “Bir insanın büyüklüğünü belli eden bence amor fatidir (yazgıyı sevmek); insanın hiçbir şeyi geçmişte, gelecekte, sonsuza dek başka türlü istememesidir. Zorunluluğa yalnızca katlanmak, hele onu gizlemek yetmez - her türlü ülkücülük zorunluluğa karşı bir aldatmacadır-, iş onu sevmekte.” diyerek Nietzsche, yazgımızı sevmemizi buyurur. Ancak yaşamı olduğu gibi kabul edebilir ve sevebilirsek onu aşabileceğimize inanır. Benzer biçimde Albert Camus’ya göre de Sisifos, tanrılar tarafından her gün dağın tepesine taşıması emredilen kayayı ancak sahiplenirse özgürleşebilir. “Bu benim yaşamım, bu kaya da benim nesnem.” diyebiliyorsa Sisifos cezaya çarptırılmış biri değil, mutlu biridir. 


Böyle bir bakış açısı boyun eğmek gibi görülebilir. Oysa baş kaldırmanın ilk adımıdır. İnsan görmediği bir şeyi kabullenemez, kabullenmediği bir şeyi de değiştiremez. Viktor Frankl bu bakış açısını şu sözleriyle harmanlar: “Bir insan acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır; bu onun tek ve eşsiz görevidir. Acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorundadır. Hiç kimse onu acıdan kurtaramaz ya da onun yerine acı çekemez. Eşsiz fırsatı taşıdığı yüke katlanma yolunda önünde uzanmaktadır.” Pek tabii Frankl’ın bu sözlerle ifade etmek istediği bile isteye acının peşine düşmek değildir. Eğer acı kaçınılmaz ise onu aşmanın en iyi yolu onu yaşamaktır, çünkü acı da diğer her duygu kadar sahiplenildiğinde aşılacak bir şey olmaktan da çıkar.


Sıklıkla acımızın başımıza gelen kötülüklerden kaynaklandığını sanırız. Oysa acımızın sebebi, hem bu acıyı reddetmek hem de mutluluğu yaşamdan beklemektir. Bu yaşamda mutlu olmak yada bir hayalimizin olması en doğal hakkımızdır. Fakat yaşam ya da diğer insanlar bize bu hayalleri yaşatma vaadinde bulunmaz. Umduklarımızı kendimiz dışındakilerden beklediğimiz müddetçe çaresiz kalırız. Çünkü dışarıya karşı böylesine bir beklenti, kendi sorumluluğumuzu kendimiz dışındakilere teslim etmek demektir. Bu oldukça muhtaç bir konumdur. Umduklarımızı kendi dışımızdakilere teslim etmek, yaşamımızı teslim etmektir. Bu durumda önümüzdeki engel yaşamın kendi veya başkaları değil, bizizdir. Kendi sorumluluğumuzu almak; yaşamı ve yaşadıklarımızı sahiplenmekle başlar. Umduklarımıza ancak böyle yaklaşabiliriz. 


Uzun lafın kısası, yaşamın bize hiç bir borcu yoktur fakat bizim kendimize bir yaşam borcumuz vardır.


Bu yazı 22.12.2021 tarihinde Bobo Scope'da yayınlanmıştır.

 
 
bottom of page